Hindistan, geçtiğimiz Temmuz ayında tam üç ailenin toplu intiharına sahne oldu. İlk vaka 1 Temmuz’da başkent Yeni Delhi’de gerçekleşti. Yaşları 15’le 77 arasında değişen ve birlikte yaşayan 11 kişilik aile, evlerinde asılmış hâlde bulundu. Diğer iki vaka 14 ve 30 Temmuz’da Jharkhand eyaletine bağlı şehirlerde gerçekleşti ve ilki en küçükleri 7 yaşında olan 6 kişinin, ikincisiyse 1 ila 65 yaş arasındaki 9 aile üyesinin ölümüyle sonuçlandı.
Bu üç olay hakkında da soruşturma henüz neticelenmiş değil ama polis, cinayete işaret eden hiçbir bulguya rastlanmadığını belirtiyor. 14 Temmuz’da yaşanan olay polise göre, iflas ettikten sonra bunalıma giren aile üyelerinin yönlendirmesiyle gerçekleşti. Ekonomik bunalım neticesinde ailenin yetişkin üyeleri, 7 ve 10 yaşlarındaki iki çocuklarını öldürdükten sonra kendilerini astı. 30 Temmuz’daki vakada ise komşuların ifadesine göre hâlihazırda yoksulluk içinde yaşayan aile, bir yaşındaki çocuklarının hastalığı nedeniyle altından kalkamadıkları tedavi masraflarıyla da karşı karşıya gelince topluca intihar yoluna gitti. Polis tarafından evde bulunan intihar mektuplarının da bu kanıyı doğruladı ifade ediliyor.
Yeni Delhi’deki olayda ise polis, ailenin bir “spiritüel kurtuluş” amacıyla intihara başvurduğu ihtimali üzerinde durmakta. Bunu da evde bulunan ancak detayları açıklanmayan günlüklere ve bu günlüklerde yer aldığı iddia edilen intihar ritüeline ilişkin tariflere dayandırıyor. Dolayısıyla polis, bu 11 kişinin “tuhaf” bir inanç neticesinde kendilerini astığını düşünüyor.
Tahmin edilebileceği üzere üç acı durumdan yalnız Yeni Delhi’deki “spiritüel” intihar, büyük uluslararası medya organlarında genişçe yer bulabildi. Hindistan içinde de gündemi en fazla meşgul eden, bu olay oldu. Ekonomik bunalımla ilişkilendirilen ve dolayısıyla hayatta kalan “normal” insanları sosyal adaletsizlik üzerine düşünmeye zorlayan diğer iki vakanın aksine, ilk olay “anormalliği/tuhaflığı/akıldışılığı” sayesinde intihara meyletmeyen normallere, bu kötülüğü kendilerinden uzak tutma şansını verdi.
Foucault’yu anımsayarak, toplu intiharların, insanları yaşatma (ya da emeği sistem dâhilinde tutma) gücünü elinde tutan devlete karşı direniş göstermenin bir yolu olduğu söylenebilir. Nitekim modern iktidarın, insanlara bahşettiği yaşam hakkı, ölme hakkını kapsamaz. Yani insan yaşam hakkına sahiptir ama yaşamı üzerinde mutlak bir tasarruf hakkına sahip değildir. Birleşmiş Milletler sistemi içinde kurulan insan haklarını koruma mekanizmaları devletleri, insanları hukuksuz biçimde öldürmemekle yükümlü kıldığı gibi onların hayatının korunması için de tedbirler almakla sorumlu tutmaktadır. Bu tedbirler, insan hayatını insanın kendisinden korumayı da içerir.
Bununla birlikte devletler, insanlar için yaşamayı dayanılmaz kılan faktörleri ortadan kaldırmak görevini nadiren üstlenirler. Uluslararası koruma mekanizmaları da zaten bu görevi devletlere doğrudan dayatmamaktadır. İnsan haklarının pozitif haklar ve negatif haklar, medeni haklar ve sosyal haklar, aktif haklar ve pasif haklar gibi, daha da çoğaltılabilecek pek çok farklı kategori altında ele alınmasının sebebi de budur. Kategorilerin başlığı değişse bile ortak noktaları; hakları, devletin geri durarak, yani hiçbir şey yapmadan sağlayabileceği haklarla, devletin belirli olanakları insanlara sunarak sağlayabileceği haklar olarak ayırmalarıdır. Bu çerçevede sosyal ve ekonomik haklar, devletin sahip olduğu olanaklarla sınırlandırılmaktadır ve devletler de genellikle, insanların hayatlarını yaşanılır kılacak standartları sağlamak için yeterli kaynağa sahip olmadıklarını iddia eder.
İntihar vakalarıysa tam da bu sebepten bireysel ya da tekil örnekler olarak ele alınmaktadır. Birleşmiş Milletler’e bağlı olarak çalışan Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre her yıl yaklaşık 800 bin kişi intihar neticesinde hayatını kaybediyor. Üstelik 15-29 yaş aralığındaki kişiler açısından intihar, trafik kazalarından sonraki en yaygın ölüm sebebi olarak ortaya çıkmakta. Dünya Sağlık Örgütü ayrıca, tüm dünyada bir yıl içinde gerçekleşen intiharların % 78’inin, düşük ve orta gelir düzeyindeki ülkelerde meydana geldiğini de tespit etmiş durumda. Buna paralel biçimde Örgüt, depresyon ve alkol kullanımına bağlı bozukluklar başta olmak üzere mental rahatsızlıkları intihar sebepleri arasında sayarken, ekonomik sorunları da içeren kriz anlarını ve cinsiyet ya da ırk ayrımcılığına maruz kalınması durumlarını da göz ardı etmiyor. Ancak her şeye rağmen intiharı bir kamu sağlığı sorunu olarak niteliyor ve konunun sosyal adaletsizlik boyutuyla ilgilenmiyor. İntiharın önlenmesi için intiharda yaygın olarak kullanılan böcek ilaçları, medikal ilaçlar ve ateşli silahlara erişimin azaltılması, alkol kullanımına yönelik tedbirler alınması, mental rahatsızlıkların erken teşhis ve tedavisi gibi öneriler getirirken sosyal adaletsizliğin, yoksulluğun ve ayrımcılığın azaltılmasıyla ilgili tedbirlerden hiç söz etmiyor.
Oysa Hindistan’da bu denli yaygın biçimde gerçekleşmesinden de anlaşılacağı gibi intihar vakaları, yalnız bireysel psikolojik ve zihinsel durumlarla açıklanamayacak ya da belirli inanış biçimlerine özgülenemeyecek, son derece siyasal eylemler. Bu nedenle devletlerin yaşam hakkını, yaşatma ödevinin bir adım ötesine geçip, iyi yaşatma göreviyle birlikte değerlendirmesi modern iktidarın “sürdürülebilirliği” açısından büyük önem taşımakta.
Ela Bilgen / Birikim