Rebecca Solnit, bilip bilmeden her şeyi açıklayarak kendini ispatlamak derdindeki adamları; kadınların nasıl susturulduğunu ve hayatın her alanında maruz kaldıkları şiddeti anlatıyor. Ancak kitabın Türkçe baskısı için yazdığı önsözden de anlaşılacağı gibi kötümser değil, aksine özgürleşebileceği başka bir dünya hayali için herkesi mücadeleye, dayanışmaya çağırıyor. Adamların dünyasında var olmaya çalışan kadınlara umut verirken gerçek kadın hikayelerinin yanı sıra Virginia Wolf’un metinlerinden, Pandora mitinden, Zapatistaların deneyiminden, kadın yol arkadaşlarından ve feminizmden güç alıyor.
Kadının adı sessizlik. Erkeğinki iktidar. Kadının adı fakirlik. Erkeğinki zenginlik. Kadın ve erkekten bahsederken Onun diyoruz, ama kadına baktığımızda, Onun olan bir şey var mı gerçekten? Erkeğin adı Onun, ve o her şeyin kendisine ait olduğunu iddia ediyor, kadın da dahil. İzin almadan ve bir bedel ödemek zorunda kalmadan kadına sahip olabileceğine inanıyor. (Tanıtım Bülteninden)
Türkçe Baskıya Önsöz
Bu kitap, şiddet kurbanı olmamak için harcanan bir hayattan, okuduğumuz haberlerden, şiddet, özgürlük ve adalet hakkında düşünmekten ve toplumsal cinsiyetten ders çıkarıyor. Bölümlerden biri İngiliz yazar Virginia Woolf ve esrarın, karanlığın, bilinemez olanın kullanımı hakkında. Diğer bir bölüm Birleşik Devletler vatandaşı Meksika doğumlu Ana Teresa Fernandez’in resimlerinde anlattığı kadınlar üzerine. Bir üçüncüsü IMF’nin Fransız başkanının, New York’ta Afrikalı mülteciye cinsel tacizde bulunması hakkında. Bir diğeri, Yeni Delhi’de tecavüze uğrayan Jhoti Singh’in öldürülmesiyle başlıyor ve Ohio Steubenville’deki cinsel saldırıyı ve California’nın güneyindeki kadın düşmanı katliamı da anlatıyor. Ve daha sonra da bilgiçlik taslayan adamlar meselesi var; bu adamlara Berlin’den tutun da Rocky Dağları’na kadar her yerde rastlayabiliriz. Bu, hep karşılaştığımız meselelere dair evrensel bir kitap ya da benim San Francisco’daki kendi öznel konumumdan dünyaya bir bakış.
Türkiye’deki feminizm ve toplumsal cinsiyet politikaları hakkında pek fazla şey bilmiyorum, ancak biliyorum ki bu meseleler hakkındaki konuşmalar artık evrensel. Bizler, farklı ülkelerde olsak da fikirlerimizi, hikayelerimizi, acımızı, ve erkek şiddetinden kurtulmak için duyduğumuz coşkulu arzuyu paylaşıyoruz. Bu şiddet ülkeden ülkeye bazı bakımlardan farklılık gösteriyor, başka bazı bakımlardansa tamamen aynı. Şüphesiz kadınların tecavüzden, saldırıdan, ev içi şiddetten ya da İtalyan feminist Serena Dandino’nun femicide diye adlandırdığı –nefret nedeniyle veya hiçbir hakka, yaşama hakkına dahi sahip olmadığımız düşüncesiyle işlenen– kadın cinayetlerinden çok fazla etkilenmediği bir ülke var.
Özgecan Aslan’ın korkunç hikayesini takip ettim, ardında büyük bir tepki doğuracak kadar etki yarattı. Dünya üzerinde pek çok defa yaşanan o anlardan biriydi, Hindistan’dan İtalya’ya, kadınların, “artık yeter” dediği anlardan biri. Ve erkeklerin, –daha önce hiç olmadığı kadar– kadınlarla birlikte ve kadınlar için bir şeyler yaptığı anlardan biri. Erkeklerin müdahilliği giderek artıyor, öncelikle öğrenerek ve durumu anlamaya çalışarak, ikincisi bu suçu işlemeyerek ve üçüncüsü buna kişisel olarak ve kolektif yollardan karşı çıkarak. Bence feminist bir devrim içindeyiz (ve erkeklerin de bunun parçası olmasına daima ihtiyaç var, kadınlar ayrımcılığı tek başlarına ortadankaldıramaz, nasıl ki beyaz olmayan insanlar ırkçılığı beyazların katılımı olmadan yok edemezse). Ya da belki de 1960’larda veya 1840’larda başlayan ya da Mary Wollstonecraft’ın Kadın Hakları Savunması ile 1790’larda başlayan bu uzun başkaldırı sürecindeki yeni ve güçlü bir isyanın içindeyiz. Bu, heyecan verici bir dönem.
Dün Washington Post’a baktım; okuduğum haberler arasında Pennsylvania’daki bir kolejin erkek grubu hakkında bir hikaye vardı. Uyuşturucu verilmiş ve bilinci yerinde olmayan, bazıları cinsel saldırıya uğramış kadınların fotoğraflarının yer aldığı özel bir Facebook sayfası açan bu erkek grubunun önde gelenlerinden biri şikayet etmişti sayfayı. Ayrıca yine gazetede, bir yerlerdeki kampüs tecavüzlerini takip edip kullanan başka bir istismar hikayesi vardı. Bir de, kitle tarafından dövülen, sürüklenip ezilen ve yakılan bir Afgan kadının hikayesi. Kuran’da yazılan yükümlülük ve geleneklere uygun olmadığı halde kadınlar, olayı protesto ederek onun tabutunu taşımış. Çoğu zaman gazeteye baktığımda pek çok erkek şiddeti ve kadına şiddet haberi görüyorum. Şiddetin yayılması o kadar normal ki, hayatlarımızın her günkü arka planını oluşturuyor ve nadiren sorgulanıyor. Birleşmiş Milletler son raporlarıyla, kadınlara ve çocuklara karşı şiddetin milyarlarca belki de trilyonlarca dolara mal olduğuna dikkat çekti. Bu şiddetin olmadığı ya da açığa çıkarıldığı, şiddete karşı çıkılan, şiddetin radikal bir biçimde azaldığı ve böylece de ölümün, yaralanmanın, korkunun, sessizliğin, tehdidin, kısıtlamanın olmadığı bir dünya hayal edebiliyor muyuz? Kadınların güven içinde yaşadığı, insan haklarına ve eşit haklara sahip olduğu bir dünya hayal edebiliyor muyuz? Edelim ya da edemeyelim, içinde bulunduğumuz bu on yıl süresince hayalimizi gerçekleştirme planına yeniden başlayabiliriz ve başladık bile; bubizi canlandıracak, önemli bir iş.
Jhoti Singh’lerin ve Özgecan Aslan’ların ve adlarını bildiğimiz ya da bilmediğimiz diğerlerinin kendi hayatlarını huzur içinde, dolu dolu yaşayacakları bir dünyaya!
Bu kitabı seçtiğiniz için teşekkürler.
Rebecca Solnit, Mart 2015