Kaybolma Kılavuzu
Yolunu değiştirmek, sınırların dışına çıkmak, eve farklı yollardan dönmek, kısacası kaybolmak keşfetme imkanı sunar. Rebecca Solnit edebiyatta, sinemada, haritalarda, doğada, renklerde, resimde, fotoğrafta, şarkılarda, yollarda ve hatıralarında dolanıyor. Kişisel tarihini büyü hikayelerle ilişkilendirirken ailesinin göçmen coğrafyasında kayboluyor; kaplumbağalarla, vaşaklarla, yılanlarla göz göze geliyor; papazlarla, punkçılarla karşılaşıyor; dağlarla, çöllerle yüzleşiyor, Hitchcock’un Vertigo filminden, Keats’in şiirinden, Woolf’un günlüklerinden, Dinesen’in hikayelerinden, Yves Klein’ın mavisinden, Benjamin’in denemelerinden izleri takip ediyor.
“O halde soru, nasıl kaybolunacağı. Hiç kaybolmamak, aslında yaşamamaktır ; nasıl kaybolunacağını bilmemek sizi felakete sürükler… Önemli olan bütün dünyayı kaybetmek, onun içinde kaybolmak ve bütün bu aşamalardan ruhunu bulmaktır.”
Swastika Geceleri
Modern toplumlarımızın günden güne totaliter rejimlere doğru kaydığı, filozof Slavoj Zizek’in dediği gibi kapitalizmle demokrasi arasındaki sonsuz evliliğin bittiği bir dönemde hepimizin kafasını kurcalayan şey nasıl bir geleceğin bizi beklediği. Eğer insanlık bu gelecekten işaretleri okuyamayıp bu geleceği değiştiremediği takdirde Katharine Burdekin’in 80 yıl önce kurguladığı faşist bir dünya olabilir mi bizi bekleyen?
Şiddet ve hainliğin erkeklere statü kazandırdığı, kadınların damızlık hayvan vasfına indirgendiği bu dünyada herkesin ortaklaşa taptığı tek bir şey vardır: LİDER
1937’de Hitler henüz yaşarken yazılan bu roman, uzun süre unutulmuş ancak 1980’lerde tekrar gündeme gelmişti. “1984” ve “Cesur Yeni Dünya” gibi büyük distopik romanların arasında yer alan Swastika Geceleri en önemli feminist eserlerden biri olarak görülmektedir. Önsözden alıntılarsak:
“Burdekin Swastika Geceleri’inde yedi yüz yıllık Nazi hegemonyasının ardından bir Avrupa hayal ederken, faşizmin tehlikeleri hakkında uyarıda bulunmaktan daha fazlasını yapıyordu. Burdekin’in kitabı, faşizm analizlerini, Hitler ve onun döneminin özelliklerinin ötesine geçerek ifade etmesi açısından önem taşımaktadır. Faşizmin erkek hegemonyasının olağan gerçekliğinden, cinsiyet rolleri açısından erkek ve kadınları kutuplaştıran bir gerçeklikten nitelik olarak değil, nicelik olarak farklı olduğunu iddia eden Burdekin, davranışın “eril” ve “dişil” şekillerini hicvetmektedir. Bu açıdan Nazi ideolojisi, “erkeklik kültünün” en uç noktaya ulaşmış halidir. Erkeklik kültüne karşı öne sürülen güçlü argumanların yanı sıra bu bağlantı, Burdekin’in kitabını 1930 ve 1940’larda yazılmış diğer pek çok anti faşist karşı ütopya kitabından ayırır.”
Bul Beni
Ağır unutkanlığa neden olan ölümcül bir hastalık hızla yayılmaktadır. Virüs kaptığı halde hastalığa yakalanmamış bir genç kadın olan Joy kendi gibilerin tecrit edildiği hastanede mücadele verir. Bir yandan da doğduğunda kendisini terk eden annesinin izini sürmeye başlar. Hiç unutmayacağım şeyler: adım, uydurma doğum tarihim, bir trenin tüneldeki gümbürtüsü. Diş macununun tatlı pütürleri. Kahve ve kanın acı tadı. Geceleri Hastanenin karanlığı. Annemin gençliğindeki yüzü.
Başka insanların unutacağı şeyler: nereli oldukları, yaşları, sevdikleri insanların yüzleri. Kâseye ve güneş ışığına ve kaldırıma ne dendiği. Başlangıcın ne olduğu ve sonun ne olduğu. Ödüllü yazar Laura van den Berg’in hatırlama, unutma, kaybetme ve kapatılma üzerine bir romanı Bul Beni.
Mağrur Adam
Swastika Geceleri’nin yazarı, Katharine Burdekin’in 1934’te Murray Constantine takma adıyla yayımladığı romanı Mağrur Adam, uzak bir geleceğin barışçı toplumundan 1930’ların İngiltere’sine atılmış sahici “Birey”in bakış açısından anlatılır.
Sınıf ve cinsiyet ayrımlarının bulunmadığı, çift-cinsiyetli, kendi kendini dölleyen, vejetaryen bir toplumdan gelen “Birey”, önce kadın sonra erkek kimliğiyle aralarında dolaştığı, kendisine “alt-insan” olarak görünen yaratıkların dünyasını mesafeli bir bakışla, çoğu zaman şaşırarak yorumlar.
Alt-insanlar hayvani bilinçsizliklerini kaybetmişler ama gerçek insan bilincine de ulaşamamışlardır. Bu gerginlik sonu gelmez bir çatışmaya ve suçluluk duygusuna sebep olmaktadır.
İnsana özgü bir şey olmadığı için, ayrıcalığı insani olarak açıklamak pek mümkün değil. Ancak alt-insanlar hayvanlardan daha iyi olduklarına inandıkları gibi, bazı alt-insanların … daha değerli olduğuna da inanırlar. Bu daha iyi olma kavramına ayrıcalık derler ve bu da genellikle ayrıcalıklı olmayanların sahip olduğundan daha büyük bir maddi konfor, daha çok güç, özgürlük ve alt-insanların mutluluk dediği şeyi elde etmek için daha büyük şans demektir.
Tut ki Kadın Yok
Rossini’ye en büyük bestecinin kim olduğunu sormuşlar, o da “Beethoven” diye yanıtlamış. “Peki Mozart?” denince Rossini, serinkanlı bir şekilde cevabı yapıştırmış: “Mozart en büyük besteci değil, tek besteci.” Aynısı Joan Copjec için de söylenmeli: Amerikalı Lacancıların “en büyüğü” değil, çok daha radikal anlamda Amerikalı tek Lacancı o. Bu yeni kitabı herhangi bir ölçüte göre “büyük” değil, “büyüklük” ölçütlerini yeniden tanımlıyor. Kitapta Lacancı psikalaniz ve feminizm her iki alanı da yeniden yapılandıran bir şekilde bir araya geliyor. Tut Ki Kadın Yok’u okuduktan sonra hâlâ eskisi gibi devam edenler, yirminci yüzyılda filojistonu savunan fizikçilere benzeyecektir. Joan Copjec’in kitabı ancak Beauvior’nın İkinci Cins’i gibi kitapların yaklaşabileceği bir düzeyde.
-Slavoj Zizek-
I Love Dick
Kırkına merdiven dayamış başarısız film yapımcısı Chris Kraus tanınmış kültür ve sanat kuramcısı Dick ile geçirdiği gecenin ardından delicesine bir aşka tutulur. Kocasının da dahil olduğu ve zamanla acayip bir oyuna dönüşen bu aşk sayesinde Chris durmaksızın yazar ve kendine nasıl düşünmesi gerektiğini öğretmeye başlar. Dick’e vurulmanın ortaya çıkardığı erotik enerjiyle Chris aşk, sanat, cinsellik ve evlilik hakkındaki görüşlerini yeniden sorgulamaya başlar.
I Love Dick son 20 yılın en önemli feminist metni kabul ediliyor. Günümüzün en komik, en vahşi romanlarından biri.